ASR-I
SAADETTE İSLÂM BİRLİĞİ
Hz Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliği bütün dünyada yaşayan
tüm insanlık için olup O peygamberlerin de sonuncusudur. O’nun davetinin İslâm
Birliği amacını da taşımış olması kaçınılmaz olduğu gibi halkı olan Arapların
diliyle gelmiş olmasına rağmen, hitabının sadece Araplara değil, bütünü
insanlığa yönelik olduğu açıktır. O’nun davetini ilk kabul edenler Araplar
olduğu gibi ilk muhatapları da onlardır. Nitekim en yakın akrabalarına yönelik
hitabında şöyle buyurmaktadır: “Önceki
peygamberlerden her biri kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise size ve bütün
insanlara gönderildim.”
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Andolsun
ki içinizden size, sıkıntıya uğramanız da kendisine ağır gelen, size düşkün,
inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.”
Ayet-i kerime hem özel, hem genel manayı
kapsamaktadır. Rasulullah’ın kendilerinden ve en şereflilerinden olması
sebebiyle Arapları özellikle ifade etmektedir. Arapların putperestliklerini
sürdürüp sapıklıkta devam etmelerinin Rasûlullah (s.a.v.)’a ağır geldiğini,
iman etmelerini çokça arzu ettiğini ve cahiliye pisliklerinden temizlemek için
çırpındığını söylemektedir. Rahmet ve merhametinin ehli olmaları sebebiyle de
ayet bütün müminleri kapsamaktadır. Bunlar da Arap ve Arap olmayan arasında
fark gözetilmeden siyah, beyaz, kırmızı veya sarı ayrımı yapılmadan hepsinin O’nun
ümmeti olduğunu ifade etmektedir. Çünkü hepsi mümin niteliği kapsamına girmektedir.
Rahmet ve şefkat de bütün müminleredir.
Rasûlullah (s.a.v.)’in davetini kabul ederek ilk
inananlar sadece Araplardan değil, değişik milletlerden kişilerdir. İmam Ahmed
İbn-i Hanbel, İbn-i Mesud (r.a.)’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
‘Müslümanlıklarını ilk defa açığa vuranlar yedi kişidir; Rasûlullah (s.a.v.),
Hatice, Bilal, Ebu Bekir, Ammar, annesi Sümeyye, Suhayb ve Mikdat bin Esved.’(r.a.)
Bu rivayet ilk Müslüman olanları değil,
İslâm’ı seçtiğini ilk ilan edenler ve Kureyş’e karşı eziyetlerine katlanan
Bizanslı Suhayb bulunmaktadır.
Haberlerin birinde Rasûlullah (s.a.v.)’in şöyle
buyurduğu ifade edilmektedir: “Her
peygamber sadece kendi milletine gönderildi. Ben ise kırmızı, siyah, herkese
gönderildim. Şüphesiz Bilal Habeşlilerin ilk meyvesi, Suhayb da Rumların ilk
meyvesidir.”
Medine’ye hicretinin hemen başında İranlıların ilk
meyvesi olan ve hakkında “Selman bizim
ailemizdendir.” Buyurduğu Selman-ı Farisi ile karşılaştı.
Hz Muhammed (s.a.v.) davetinde, genel şekliyle İslâm
Birliğini ilan etmekle kalmamış, kardeşlik ve bağlılık yolu ile insanları
diğerleriyle bütünleştirmeye pratik olarak da çalışmıştır. Bu şekilde Rasûlullah
(s.a.v.)’in yazılı veya sözlü kelimelerle yetinmeyip görülen ve duyulan pratik
uygulamalarla davetinin genelliğini ve birliğini ispat ettiğini görüyoruz.
Nitekim pratik uygulama sabit ölçünün kendisini teşkil etmektedir.
Rasûlullah (s.a.v.), birliği sadece daveti ile
gerçekleştirmekle kalmamış, peygamber oluşundan itibaren pekiştirmiş ve
güçlendirmiştir. Bunu da evvela değişik ülkelerle ilişki kurarak
gerçekleştirmiştir. İbnu’l-Kayyim, Rasûlullah (s.a.v.)’in davetinin beş
aşamasını belirtmektedir. Bu aşamaların birincisi Nübüvvet (peygamberliğin
gelişi)’dir. İkincisi, yakın akrabalarını ve aşiretini uyarmasıdır. Üçüncüsü,
milletini (kavmini) uyarmasıdır. Dördüncüsü, kendisinden önce uzun zaman kendilerine
peygamber gelmeyen bütün Arapları uyarmasıdır. Beşincisi de, kıyamete kadar
bütün insanları uyarmasıdır. Rasûlullah (s.a.v.) başlangıçta üç sene gizlice
davet etti. Sonra kendisine “Artık sana
emredileni açıkça ortaya koy ve müşriklere aldırış etme”
emri geldi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) davetini açığa vurdu. Halkı
ise kendisini düşmanlıkla karşıladı. Kendisine ve Müslümanlara müşriklerin
eziyeti arttı. Bunun üzerine hicrete izin verildi. Bu aşamalara ve İslâm
Birliğiyle olan ilişkisine değinmekte yarar vardır:
Nübüvvet aşaması: İbnu’l-Kayyim birinci aşamaya
nübüvvet adını vermektedir. Bu aşamada Hz Muhammed (s.a.v.) yakınlarına, Hz Ebu
Bekir (r.a.) gibi yakın arkadaşlarına ve Rasûlullah (s.a.v.)’in hak davetini
kavrayan yakınlarından Allah’ın dinine girenlere gönderilmiş bir peygamber
olduğu bildirildi. Rasûlullah (s.a.v.)’a son derece güvenen bu kişiler temiz ruhlarıyla
hakkı mücerred uyarı ile idrak etmiş ve tereddüt etmeden, parlayan nuru
müşahede etmişlerdir. Böylelerinin iman etmeleri, hidayeti sapıklıktan ve hakkı
batıldan ayırt etmeleri için tapınageldikleri taşların fayda ve zararı
bulunmadığını bildirmek bile yeterliydi. Hakkı sadece hak olduğu için
benimseyen bu kişiler, batıl olduğunu öğrendikleri batılı terk etmişlerdir.
Sayıları kırk veya kırktan az olan bu insanlar,
değişik taşlardan uyum içinde örülen İslâm toplumunu mücerred nuru ile
aydınlatan hakka iman edenleri temsil etmektedir. Aralarında Kureyş’in bütün
soylarından Kureyşliler bulunduğu gibi Arap olmayanlar da vardır. Rum (Bizans)’dan
Suhayb, Habeşli Bilal vardı. Ebu Bekir, Osman, Talha bin Ubeydillah gibi ileri
gelenler vardı. Ruhları özgür kişilerin ruhlarından dolayı yüce olduğu halde
vücutlarını zelil eden kölelikle imtihan edilen zayıf kişiler de vardı
aralarında. Suhayb, Bilal, Ammar bin Yasir ve annesi Sümeyye, Ammar ailesi
Allah yolunda daha sonra o kadar eziyet ve işkence gördüler ki Rasûlullah
(s.a.v.) yanlarından geçtiği zaman “Ey
Yasir ailesi, sabredin! Muhakkak varacağınız yer cennettir!” Buyurur ve onları
teskin ederdi.
İslâm toplumunu ilk defa bunlar oluşturmuştu.
İnsanlar Allah’ın dinine topluluklar halinde girdikten ve İslâm daveti doğudan
batıya uzandıktan sonra oluşan büyük İslâm toplumunu temsil eden küçük ve ilk
toplumdur bu. İmanlarıyla İslâm’a güç kazandıran tertemiz ulu kişiler işte bu
ilk Müslümanlardır.
İkinci aşama bundan sonra başlamıştır. Bu aşamada
Müslümanların sayısı az çoğalıyor, çok güçleniyordu. İbnu’l-Kayyim’in
belirttiği gibi üç sene süren gizlilikte İslâm daveti bir örtü içinde
gizlenmiş, nefislerin ürediği hücreler içinde saklanmıştır. İlk hücresinde nefislerin
güçlenmesiyle İslâm güçlenince Yüce Allah, nuru ile cahiliyenin karanlığını
yarmak ve dağıtmak için peygamberi Muhammed (s.a.v.)’e hakkı ilan etmesini ve
halka açıklamasını emretti. Şöyle buyurdu:
“Artık sana emredileni açıkça ortaya koy ve puta tapanlara aldırış etme. Allah
ile beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı şüphesiz
biz sana kâfiyiz. Yakında ne olduğunu öğreneceklerdir. Andolsun ki,
söyledikleri şeylerden senin gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamd ile
an, sadece zikr edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et!”
Rasûlullah (s.a.v.), yüce Allah’ın “Önce en yakın akrabalarını uyar. Sana
başkaldırırsa, ‘yaptıklarınızdan uzağım’ de! Senin kalp namaz kılanlar arasında
bulunduğunu gören güçlü ve merhametli olan Allah’a güven! Doğrusu O işitir ve
bilir.”
Buyruğuna uyarak davete başladı. Bu iki ayet iki şeye delalet etmektedir:
a- En
başta gönülden inanarak ve kulak vererek O’na tabi olup gizlilik içinde ibadet
eden ve açığa vurmayan bir havari
cemaati oluşmuştur. En yakın çevreden başlayarak daire genişlemiştir. Böylece
davet alanı aşamalı (tedricî) metoduna uygun yayılmış, yakın çevreden bütün
dünyaya yayılmıştır.
b- Rasûlullah
(s.a.v.)’in kendi aşiretinden başlaması, aralarında zayıf kişiler olmasına
rağmen ilk Müslümanların İslâm davetinin temelini oluşturmasına aykırı
düşmemektedir. Onun için yüce Allah “Sana
uyan müminleri kanatlarının altına al!” Buyurmakta, bunu birinci ve ikinci
ayette tekrar ederek ileri gelenleri davet etmenin zayıfları unutturmaması
gerektiğini belirtmektedir. Başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın
verdiği rahmetle sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli
olsaydın şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet. Onlara mağfiret
dile.”
Üçüncü aşama ikinci aşamaya yakındır. Çünkü kendi kavmi
ile ilgilidir. Aşiret yakın aile olduğu gibi, kavim de geniş aile demektir. Bu
şekilde davet küçük aileden büyük aileye tedricî olarak yayılmaktadır. Yüce
Allah buyuruyor: “Ey inananlar! And olsun
ki içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün,
inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir. Eğer yüz
çevirirlerse, de ki; Allah bana yeter. O’ndan başka tanrı yoktur. Yalnız O’na
güveniyorum. O, büyük arşın Rabbidir.”
Ayet-i kerimede geçen “Çok güçlü ve merhametli olan Allah’a tevekkül et!” ve “Yalnız O’na güvendim” ifadeleri ise
aşiretinden başlamasının onların yardımına sığınmak amacına yönelik olmadığını
göstermektedir. Çünkü yardım ancak çok güçlü ve şefkatli olan Allah’tandır.
Aşiretinden başlaması, en yakından başlayarak en uzağına kadar davette aşama
(tedric) ve birbirinden nefret eden kalpleri ve cemaatleri uzlaştırmak içindir.
Peygamber (s.a.v.), kavmi olan Kureyş’ten davete
başlamakla birbirinden nefret eden Kureyş soylarının arasını telif etmeğe
çalışmaktadır. Bunlardan bazılarının cahiliye taassubuna dayalı nefreti
bırakarak Rasûlullah (s.a.v.)’a tabi olmaları, birliğin kurulması ve kalplerin
ısındırılması için ilk adımdır.
Dördüncü
aşamada davet, Rasûlullah (s.a.v.)’tan önce uzun zaman kendilerine peygamber
gelmeyen Arapların tümüne yönelmiştir. Uzun zaman gelmemesi için hiç peygamber
gelmemiş demek değildir. Çünkü yüce Allah “Hiçbir
ümmet yoktur ki ona bir peygamber gelmemiş olmasın.”
Buyurmaktadır. Bunun anlamı şudur: Rasûlullah (s.a.v.) Araplara peygamberlerin
gelişi üzerinden çok geçtiği ve Arapların Allah’ın varlığını unutmamakla
beraber tevhidi, ölümden sonra dirilmeyi ve haşri unutmalarından sonra
gelmiştir. Bu aşamada davet Rasûlullah (s.a.v.)’in peygamberliğinden önce
çekişen asabiyet ve milliyetçiliğin paramparça ettiği bütün Araplara
yönelmiştir. Birliği sağlamak için Rasûlullah (s.a.v.)’ın kabilelerle görüşmesi
ve Mekke’nin çerçevesinden çıkarak aralarında türlü çekişmelerin bulunduğu
kabilelerle karşılaşması kaçınılmazdı.