ÖNSÖZ

 

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ içindir.

 

Salât ve selâm, Allah (c.c.)’ın son elçisi ve âlemlere rahmet olarak ve “Hepiniz, toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın..!”[1] İlâhî emri ile peygamber gönderilen Hz Muhammed (s.a.v.)’in, O’nun âl ve ashabının üzerine olsun.

 

Üzerinde yaşadığımız ve ahiret hayatında mükâfat veya cezayı kazanma yurdu olan dünya, ilk insan ve ilk peygamber Hz Âdem (a.s.)’den bugüne kadar hak ve batılın temsilci ve askerlerinin birbirleriyle sürekli mücadelelerinin sahnesi olmuştur. Bu durum kıyamete kadar da devam edecektir.

      

Hakk’ın temsilcileri, Allah Teâlâ’nın kâinatın büyük nizamı içinde insanların hayatlarını yaratılış gayesine uygun olarak sürdürüp sonunda ahiret yurtlarını kazanmaları için belirlediği emir ve yasaklara uydukları, O’na ihlaslı kul oldukları müddetçe batılın karşısında her zaman galip gelmişlerdir.

 

İslâm dini, insanların dünya hayatıyla ilgili işlerini düzenleyen eksiksiz bir dindir. Ahiret işlerini düzenlediği gibi, Müslümanların ekonomik, sosyal, politik, yasal ve diğer işlerini de dü­zenler. İslâm, inanç, hukuk, ibadet ve ahlâk dinidir. İslâm, insanın gerek dünya hayatında, gerekse manevî hayatında, Müslümanlarla veya gayr-i Müslimlerle ilgili büyük ve küçük her konuyu ele alır. Bununla da kalmaz ahiretle alakalı son­suz hayatı ilgilendiren her konuyu ele alır.

 

Yine aynı şekilde İslâm, tek bir ümmetin, tek bir cemaatin, tek kıblenin ve tek kitabın dinidir. Bu din, Müslümanların aralarındaki ilişkilerinde onları tek bir vücut olarak görmektedir. O vücudun bir uzvu hastalanırsa, diğer azaları da hastalanır.         

 

Yine bu din, kendisine tabi olanları, kendi yasalarını tat­bik etmeye, Allah (c.c.)’ın indirdiği Kur’an-ı Kerim’i ve Hz Muhammed (s.a.v.)’in sünnetini yürürlükte tutmaya mecbur eder. Ayrıca bu din, mensuplarından hak din olan İslâm’ı tüm insanlara tebliğ etmeyi de zorunlu kılar. Çünkü O, cahiliyeti ve Allah (c.c.)’tan başkasına kulluk etmeyi, bir de Allah Teâlâ’nın hoşlanmadığı örf ve adetleri yıkmıştır.

 

Böyle bir evrensel dinin, yabancı inanç sahiplerinin hücumlarına hedef olmadan yaşaması ve bu dine tabi olanların yine yabancıların saldırılarına ve engellemeleri­ne maruz kalmadan dini görevlerini yerine getirebilmeleri düşünülebilir mi? Ve bu dine mensup insanlar dinin ge­reklerini yerine getirmeyi ve kendilerine saldırıda bulu­nan Allah düşmanlarının saldırılarını önlemek için çalış­mayı bırakabilirler mi? Yani cihadı terk edebilirler mi? Elbette ki, hayır!

 

Müslümanlar, kendi yollarında yürümeyi devam ettirip, her zorluğa katlanarak sabretseler de bu sabrın ve ta­hammülün bir sonu olmayacak mı, ya da yollarına diki­len engelleri kaldırma ve düşmana karşı koyma hakları doğmayacak mı?

 

‘Ben Müslüman’ım’ diyen herkesin, yaşadığı coğrafya neresi olursa olsun veya hangi zaman diliminde yaşarsa yaşasın, hayatın bütün alanlarında olduğu gibi ‘İslâm Birliği’ konusunda da Rasûlullah (s.a.v.)’ın öğretilerini aynen uygulaması gerekir. Çünkü bunu yaptığı takdirde dünya ve ahiret saadetini kazanacak; aksi halde dünyası da ahireti de hüsran olacaktır.

 

İşte bu dinin hükümleri, Müslümanların daima birleştirici davranmalarını, dayanışma ve kaynaşma içinde din kardeşleri olmalarını gerektirir. Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de müminlere, “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız, gücünüz gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”[2] Emretmekte ve ihtilafların, çekişmelerin Müslümanları zayıflatacak bir durum olduğunu bildirmektedir. Kur’an’ın bu “Birbirinizle çekişmeyin!” talimatı kesin ve açık bir nehiy (yasak) olup bunun fıkıhtaki karşılığı ‘Haram’dır. Diğer bir anlatımla ‘Müslümanlar birbirleriyle çekiştiklerinde ‘Haram işlemiş’ olurlar.

 

Bir başka ayet-i kerimede de parçalanma ve ayrılık için şu şekilde yasak getirilir:

“Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın! İşte onlar için büyük bir azap vardır.”[3]

 

Hak ve adalet ile hareket eden, kendi çıkarlarını değil adaleti gözeten bir müminin diğer iman edenlerle ittifak sağlayamaması, ayrılık ve sürekli bir anlaşmazlık içinde olması mümkün değildir. Bu, bireyler temelinde geçerli olduğu gibi toplumlar ve milletler temelinde de geçerlidir. Nitekim Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de bu gerçeğe de dikkat çekmiş, Müslüman toplulukların birbirlerine karşı adaletsizlik yapmalarını ve düşmanca davranmalarını yasaklamıştır. Kur’an’da böyle davrananların diğer Müslümanlar tarafından durdurulması ve farklı Müslüman toplumların “Aralarının bulunması” emredilmiştir:

 

“Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle çarpışacak olursa, aralarını bulup-düzeltin! Şayet biri diğerine saldırıda bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah’ın emrini kabul edip) dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın! Şüphesiz Allah, adil olanları sever.”[4]

 

Dünyadaki Müslüman toplumlar arasında, temel esasların dışındaki teferruatta bölgesel, kültürel ve geleneksel bazı anlayış ve uygulama farklılıkları olabilir. Farklı yorumlar, farklı görüşler, farklı mezhepler olacaktır. Bu son derece doğaldır. Olmaması gereken, bu farklılıklar nedeniyle bir Müslüman toplumun veya grubun diğerine cephe alması, onunla ilişkileri kesmesi, ortak değerlerde mutabakat sağlayamayacak kadar diğerini yabancı ve hatta hasım olarak görmesidir. Bu, kabul edilebilir bir durum değildir.

 

Allah (c.c.), Kur’an-ı  Kerim’de Müslümanları bu hataya düşmemeleri için uyarmış ve Kitap Ehli’nin bu konudaki hatalarını da ibret olarak göstermiştir. Kur’an’da Kitap Ehli’nin (Hıristiyanlar ve Yahudilerin) hataları bildirilirken, bu toplulukların kendi aralarında parçalanıp, ayrılıklara düşmeleri de belirtilmektedir. Beyyine sûresi’nin 4. ayetinde Kitap Ehli’nin kendilerine apaçık belgeler gelmiş olmasına rağmen fırkalara ayrılmış oldukları haber verilir. Diğer ayetlerde ise bu ayrılmanın sebepleri arasında, “aralarındaki tecavüz ve haksızlık”, “aralarındaki kıskançlık”, “hakka başkaldırma” gibi kötü ahlâk özellikleri bildirilmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

“Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki ‘tecavüz ve haksızlık’ dolayısıyla ayrılığa düştüler...”[5]

 

“Hiç şüphesiz Allah katında (makbul) din İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler.  Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir.”[6]  

 

“O, ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten Kendisi’ne yöneleni hidayete erdirir.”[7]

 

İslâm ahlâkının, müminlere çok güçlü bir beraberlik ve birlik ruhu kazandıracağı açıktır. Nitekim Rabbimiz, iman edenlere Kendisi’nin yolunda “Birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak…”[8] Mücadele etmelerini emretmektedir. Bu mücadele, inkârcı felsefe ve ideolojilere karşı yürütülmesi gereken fikrî bir mücadeledir ve tüm Müslümanların üzerinde önemli bir sorumluluktur. Bu fikrî mücadeleyi üstlenip, dünyayı içinde bulunduğu karanlıktan aydınlığa çıkarmak yerine, kendi iç sorunları ile boğuşan, içe kapalı bir yapı geliştirmek kuşkusuz büyük bir hata ve tarihî bir vebal olabilir. Bugün, başta dünyanın pek çok ülkesinde ezilen ve zulüm gören Müslümanlar olmak üzere, insanlık, içine düştüğü durumdan kurtulabilecek bir çıkış yolu aramakta, dünyaya barış, huzur, adalet getirecek ve unuttuğu varoluş amacını hatırlatacak bir yol gösterici beklemektedir. Bu yol göstericilik, İslâm toplumunun sorumluluğudur ve tüm Müslümanların bu bilinçle hareket etmeleri gerekmektedir.

 

Şiddetin, terörün, zulmün, sahtekârlığın, dolandırıcılığın, yalancılığın, ahlâksızlığın, çatışmaların, yoksulluğun dünya genelinde yaygın olması, yeryüzünün ‘fitne’ ile dolu olduğunu göstermektedir. Bu durum karşısında, Müslümanların aralarında sorun haline gelmiş pek çok konu önemini yitirmektedir. Tüm bu zulüm ve bozulma, Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini inkâr eden, ahiret gününe inanmayanların kurmuş oldukları batıl sistemlerden güç bulmakta ve gelişip yayılmaktadır. Buna karşılık vicdan sahibi insanların yapması gereken, iyilikte ittifak, ittihad etmektir.

 

Allah (c.c.)’ın izni ile bu birlik (ittihad), inkârcı ideolojilerin fikren mağlup olmasının en önemli aşamalarından biri olacaktır. Rabbimiz, Kur’an’da inkârcıların ittifakına dikkat çekmiş ve iman edenlerin de birbirleriyle dost olmaları ve birbirlerine yardım etmeleri gerektiğini bildirmiştir. Bu, yeryüzünde bozgunculuğun ortadan kaldırılması için gereklidir. Ayette şu şekilde buyrulmaktadır:

 

“İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.”[9]

 

Bu kadar önemli bir sorumluluk taşıyan Müslümanların birlik ve ittihad içinde olmaları gerektiği açıktır. Müslümanlar, tüm dünyada birlikte hareket etmelerini engelleyen iç hastalıklar ve dış faktörler olduğunu unutmamalı da şu soru üzerinde düşünmelidirler:

 

‘İslâm düşmanlarına karşı fikri çalışma içinde olmak yerine, Müslüman bir diğer toplulukla uğraşmak makul müdür?’

 

Bu sorulara vicdanına başvurarak cevap veren herkes, sonu gelmeyen çekişmelerden uzak durmanın ve Müslümanlar arasındaki İslâm birliğini gerçekleştirmenin öncelikli olduğunu görecektir.

 

Ayrıca Müslümanlar, şeytanın da sürekli birlik ve beraberliği bozmak, Müslümanların arasına düşmanlık sokmak için faaliyet halinde olduğunu unutmamalıdırlar.

 

Rabbimiz, “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle!  Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır!”[10] Ayetiyle iman edenleri bu tehlikeye karşı uyarmıştır. Bu ayet, Müslümanların birbirlerine karşı kullandıkları üsluba çok dikkat etmeleri, incitici, iğneleyici, alaycı, sert, kınayıcı söylemlerden şiddetle kaçınmaları gerektiğini gösterir.

 

Bu durum, bireyler için olduğu kadar Müslüman toplumlar ve milletler için de geçerlidir. Eğer İslâm dünyası, güçlü, istikrarlı, müreffeh bir medeniyet olmak, dünyaya her alanda yön vermek ve ışık tutmak istiyorsa, birlik halinde hareket etmek zorundadır. Bu birliğin yokluğu, Müslüman ülkeler arasındaki ayrılık ve dağınıklık, İslâm dünyasından ortak bir ses yükselmemesi, mazlum Müslüman halkları da savunmasız bırakmaktadır. Filistin’de, Keşmir’de, Doğu Türkistan’da, Moro’da ve daha pek çok yerde zavallı kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ihtiyaç içinde zulümden kurtarılmayı beklemektedirler. Bu masum insanların sorumluluğu herkesten önce, İslâm dünyasının üzerindedir. Müslümanlar, Peygamberimiz (s.a.v.)’in “Müslüman, Müslüman’a zulmetmez ve onu tehlikede bırakmaz!” hadis-i şerifini hatırlarından çıkarmamalıdırlar.

 

İslâm dünyası, ayrılıkları ve farklılıkları bir kenara bırakıp, tüm Müslümanların “kardeş” olduğu gerçeğini hatırlamalı ve bu manevî kardeşliğin getirdiği güzel ahlâk ile tüm dünyaya örnek olmalıdır. İman edenlerin birbirleri ile kardeşliği, Yüce Allah’ın bir lütfu ve nimetidir. Samimi Müslümanlar bu nimet için Rabbimiz’e şükretmeli ve Allah’ın “dağılıp-ayrılmayın!” emrini unutmamalıdırlar:

 

Bu kitapta, onbir bölüm halinde İslâm Birliğinin Mahiyeti,Hükmü, Amacı, Hedefleri, Temel Esasları, Birliği Engelleyen İç hastalıklar, Dış Faktörler, İslâm’da Dâr Kavramı, Uluslararası Birlikler, İslâm Konferansı Teşkilatı, İslâm Birliği Teşkilatı ve Bugünkü İslâm Dünyası konuları detaylı olarak incelenmiş ve dünya Müslümanlarının İslâm Birliği Teşkilatı adıyla kurulacak bir Uluslararası teşkilat etrafında toplanarak sorunları çözme yoluna girmesi, düşmanları için caydırıcı bir güç oluşturması açık ve somut bir proje ve teklif olarak ortaya konulmuştur. Bu birliğin elbetteki engelleri ve zorlukları vardır. Bunların da nasıl aşılacağı ilgili bölümlerde açıklanmıştır. Artık zaman kaybetmeden bu birliğin kurulması, organlarını tamamlaması çalışmaları başlamalı ve hızla sonuçlandırılmalıdır.

 

Bu kitap, temel İslâm kaynakları ile önceki yüzyıllar ve günümüz İslâm siyaset,  iktisat, ahlâk, hukuk, tefsir, hadis, ilâhiyat ve tarihçilerinin en çok bilinen ve okunan eserleri, dergiler, gazete makaleleri, internet web siteleri incelenerek hazırlanmıştır. Kitabın, İslam ülkelerinin her seviyedeki yöneticilerine, hukukçularına, dışişleri mensuplarına siyasetçilerine, bütün ilköğretim, lise ve dengi okullarımızdaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ve İmam-Hatip Liseleri Meslek dersi öğretmenlerine, Din görevlilerine, Üniversite ve Yüksek okullarımızdaki öğretim elemanlarına ve öğrencilerimize, askerlerimize, emniyet mensuplarımıza, esnaf ve tüccarlarımıza, esnaf ve ticaret kuruluşlarına, her görev ve konumdaki hukukçularımıza, kurumlardaki insan kaynakları sorumlularına, toplumbilimci ve psikologlarımıza ve kısaca ‘İslâm Birliği’ konusunda araştırma ve okumayı seven herkes için bir başvuru kaynağı; cami ve mescidlerimizde, evlerimiz ve iş yerlerimizde yapılacak dinî ve ahlâkî sohbetlerde herkes tarafından okunabilecek bir ‘Başucu kitabı’ olacağı ümidini taşıyoruz.

 

Kitapta ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin anlamları, daha belirgin olması için kalın karakterde yazı (bold) ile ve çift tırnak içinde yazılmıştır. Ayet-i kerimelerin Kur’an-ı Kerim’deki yeri, sûre adı, sûre numarası ve ayet numarası ile hadis-i şeriflerin kaynakları her sayfada dipnotlar halinde verilmiştir. Aynı şekilde kaynaklardan yapılan alıntılar da eserin adı ve müellifinin adıyla sayfa altı dipnotları şeklinde verilmiştir. Alıntılarda eski metinlerin aslına bağlı kalınarak kısmen sadeleştirmeler yapılmıştır.

 

Okuyucularımızın kolaylığı için Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yazımında transkripsiyona (özel işaretli harf kullanımı) başvurulmamıştır. Ancak dilimize yerleşmiş ve kullanılmakta olan terimler aynen alınmıştır. Uzatma ve inceltme harflerinin bulunduğu kelimelerde, uzatma, inceltme ve nisbet işareti olarak (^) kullanıldı. Kelime ve cümle tekniğinde ise, günümüzde herkesin rahatlıkla anlayabileceği yaşayan Türkçemiz esas alınmıştır. Ancak aslının aynen alınması uygun görülen kelime, deyim, cümle ve paragraflarda sadeleştirmeye gidilmemiştir.

 

Çağlar üstü bir özellik taşıyan ve aynı zamanda tüm insanlık için kıyamete kadar ölümsüz ve evrensel bir hukuk ve ahlâk bildirgesi olan Peygamberimiz (s.a.v.)’in ‘Veda Hutbesi’, kitabın sonuna konmuştur. ‘Veda Hutbesi’, her zaman üzerinde düşünülecek, konuşulacak, okunacak, asla eskimeyen ve insana hayat veren bir metindir. Bir hitabet metni olarak da yüksek sesle okunarak insanlara dinletilmeli ve gençlerimize ezberletilmelidir. Evlerimiz ve iş yerlerimizde tezhibli ve güzel çerçeveler içerisinde her an okunabilecek yerlerde duvarlarımıza asılmalıdır.

 

Kaynaklara ulaşılması, tercüme ve sadeleştirmelerin yapılması, kitabın yazımı, dizgisi, sayfa düzeni, basımı ve dağıtımında özveri, emek ve göz nuru olan bütün kardeşlerime teşekkür ediyor, kendilerine her iki dünya saadeti diliyor, bu eseri, kitaplarından ve derslerinden yararlandığım bütün İslâm âlimlerine, benim yetişmemde emeği olan bütün hocalarıma ve aile büyüklerime ithaf ile bu çalışmayı rızasına uygun kılmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum.

 

Çalışmak ve gayret bizden, tevfik ise Allah (c.c.)’tandır.

 

                                                                                    Mustafa BİLGEN                                  

                                                                                                İstanbul-2012

                                  



[1] Âl-i İmran sûresi, 3/103.

[2] Enfal sûresi, 8/46.

[3]  Al-i İmran sûresi, 105.

[4] Hucûrat sûresi, 9)

[5] Şura sûresi, 42/14.

[6] Âl-i İmran sûresi, 3/19.

[7] Şura sûresi, 42/13.

[8]  Saff  sûresi, 61/4.

[9] Enfal sûresi, 8/73.

 

[10] İsra sûresi, 17/53.