ÖNSÖZ
Hamd,
âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ içindir.
Salât
ve selâm, Allah (c.c.)’ın son elçisi ve âlemlere rahmet olarak ve “Hepiniz, toptan Allah’ın ipine sarılın,
parçalanıp ayrılmayın..!” İlâhî emri ile peygamber
gönderilen Hz Muhammed (s.a.v.)’in, O’nun âl ve ashabının üzerine olsun.
Üzerinde
yaşadığımız ve ahiret hayatında mükâfat veya cezayı kazanma yurdu olan dünya,
ilk insan ve ilk peygamber Hz Âdem (a.s.)’den bugüne kadar hak ve batılın
temsilci ve askerlerinin birbirleriyle sürekli mücadelelerinin sahnesi
olmuştur. Bu durum kıyamete kadar da devam edecektir.
Hakk’ın
temsilcileri, Allah Teâlâ’nın kâinatın büyük nizamı içinde insanların
hayatlarını yaratılış gayesine uygun olarak sürdürüp sonunda ahiret yurtlarını kazanmaları
için belirlediği emir ve yasaklara uydukları, O’na ihlaslı kul oldukları
müddetçe batılın karşısında her zaman galip gelmişlerdir.
İslâm
dini, insanların dünya hayatıyla ilgili işlerini düzenleyen eksiksiz bir
dindir. Ahiret işlerini düzenlediği gibi, Müslümanların ekonomik, sosyal,
politik, yasal ve diğer işlerini de düzenler. İslâm, inanç, hukuk, ibadet ve
ahlâk dinidir. İslâm, insanın gerek dünya hayatında, gerekse manevî hayatında,
Müslümanlarla veya gayr-i Müslimlerle ilgili büyük ve küçük her konuyu ele
alır. Bununla da kalmaz ahiretle alakalı sonsuz hayatı ilgilendiren her konuyu
ele alır.
Yine
aynı şekilde İslâm, tek bir ümmetin, tek bir cemaatin, tek kıblenin ve tek
kitabın dinidir. Bu din, Müslümanların aralarındaki ilişkilerinde onları tek
bir vücut olarak görmektedir. O vücudun bir uzvu hastalanırsa, diğer azaları da
hastalanır.
Yine
bu din, kendisine tabi olanları, kendi yasalarını tatbik etmeye, Allah
(c.c.)’ın indirdiği Kur’an-ı Kerim’i ve Hz Muhammed (s.a.v.)’in sünnetini
yürürlükte tutmaya mecbur eder. Ayrıca bu din, mensuplarından hak din olan İslâm’ı
tüm insanlara tebliğ etmeyi de zorunlu kılar. Çünkü O, cahiliyeti ve Allah
(c.c.)’tan başkasına kulluk etmeyi, bir de Allah Teâlâ’nın hoşlanmadığı örf ve
adetleri yıkmıştır.
Böyle
bir evrensel dinin, yabancı inanç sahiplerinin hücumlarına hedef olmadan yaşaması
ve bu dine tabi olanların yine yabancıların saldırılarına ve engellemelerine
maruz kalmadan dini görevlerini yerine getirebilmeleri düşünülebilir mi? Ve bu
dine mensup insanlar dinin gereklerini yerine getirmeyi ve kendilerine
saldırıda bulunan Allah düşmanlarının saldırılarını önlemek için çalışmayı
bırakabilirler mi? Yani cihadı terk edebilirler mi? Elbette ki, hayır!
Müslümanlar,
kendi yollarında yürümeyi devam ettirip, her zorluğa katlanarak sabretseler de
bu sabrın ve tahammülün bir sonu olmayacak mı, ya da yollarına dikilen
engelleri kaldırma ve düşmana karşı koyma hakları doğmayacak mı?
‘Ben
Müslüman’ım’ diyen herkesin, yaşadığı coğrafya neresi olursa olsun veya hangi
zaman diliminde yaşarsa yaşasın, hayatın bütün alanlarında olduğu gibi ‘İslâm
Birliği’ konusunda da Rasûlullah (s.a.v.)’ın öğretilerini aynen uygulaması
gerekir. Çünkü bunu yaptığı takdirde dünya ve ahiret saadetini kazanacak; aksi
halde dünyası da ahireti de hüsran olacaktır.
İşte bu dinin hükümleri, Müslümanların daima
birleştirici davranmalarını, dayanışma ve kaynaşma içinde din kardeşleri
olmalarını gerektirir. Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de müminlere, “Allah’a ve
Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız,
gücünüz gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”
Emretmekte ve ihtilafların,
çekişmelerin Müslümanları zayıflatacak bir durum olduğunu bildirmektedir. Kur’an’ın
bu “Birbirinizle çekişmeyin!” talimatı
kesin ve açık bir nehiy (yasak) olup bunun fıkıhtaki karşılığı ‘Haram’dır. Diğer bir anlatımla
‘Müslümanlar birbirleriyle çekiştiklerinde ‘Haram işlemiş’ olurlar.
Bir başka ayet-i kerimede de parçalanma ve
ayrılık için şu şekilde yasak getirilir:
“Siz kendilerine apaçık deliller
geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın! İşte
onlar için büyük bir azap vardır.”
Hak ve adalet ile hareket eden,
kendi çıkarlarını değil adaleti gözeten bir müminin diğer iman edenlerle ittifak
sağlayamaması, ayrılık ve sürekli bir anlaşmazlık içinde olması mümkün
değildir. Bu, bireyler temelinde geçerli olduğu gibi toplumlar ve milletler
temelinde de geçerlidir. Nitekim Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de bu gerçeğe de
dikkat çekmiş, Müslüman toplulukların birbirlerine karşı adaletsizlik
yapmalarını ve düşmanca davranmalarını yasaklamıştır. Kur’an’da böyle
davrananların diğer Müslümanlar tarafından durdurulması ve farklı Müslüman
toplumların “Aralarının bulunması” emredilmiştir:
“Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle çarpışacak olursa,
aralarını bulup-düzeltin! Şayet biri diğerine saldırıda bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah’ın emrine
dönünceye kadar savaşın; eğer sonunda (Allah’ın emrini kabul edip) dönerse, bu
durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın! Şüphesiz Allah,
adil olanları sever.”
Dünyadaki Müslüman toplumlar arasında, temel esasların
dışındaki teferruatta bölgesel, kültürel ve geleneksel bazı anlayış ve uygulama
farklılıkları olabilir. Farklı yorumlar, farklı görüşler, farklı mezhepler
olacaktır. Bu son derece doğaldır. Olmaması gereken, bu farklılıklar nedeniyle
bir Müslüman toplumun veya grubun diğerine cephe alması, onunla ilişkileri
kesmesi, ortak değerlerde mutabakat sağlayamayacak kadar diğerini yabancı ve
hatta hasım olarak görmesidir. Bu, kabul edilebilir bir durum değildir.
Allah (c.c.), Kur’an-ı
Kerim’de Müslümanları bu hataya düşmemeleri için uyarmış ve Kitap Ehli’nin
bu konudaki hatalarını da ibret olarak göstermiştir. Kur’an’da Kitap Ehli’nin
(Hıristiyanlar ve Yahudilerin) hataları bildirilirken, bu toplulukların kendi
aralarında parçalanıp, ayrılıklara düşmeleri de belirtilmektedir. Beyyine sûresi’nin
4. ayetinde Kitap Ehli’nin kendilerine apaçık belgeler gelmiş olmasına rağmen
fırkalara ayrılmış oldukları haber verilir. Diğer ayetlerde ise bu ayrılmanın
sebepleri arasında, “aralarındaki
tecavüz ve haksızlık”, “aralarındaki kıskançlık”, “hakka başkaldırma” gibi
kötü ahlâk özellikleri bildirilmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
“Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca
aralarındaki ‘tecavüz ve haksızlık’ dolayısıyla ayrılığa düştüler...”
“Hiç şüphesiz Allah katında (makbul) din İslâm’dır. Kitap
verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve
hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini
inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir.”
“O, ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’
diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya
ve İsa’ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı).
Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna
seçer ve içten Kendisi’ne yöneleni hidayete erdirir.”
İslâm ahlâkının, müminlere çok
güçlü bir beraberlik ve birlik ruhu kazandıracağı açıktır. Nitekim Rabbimiz,
iman edenlere Kendisi’nin yolunda “Birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi
saf bağlayarak…”
Mücadele etmelerini emretmektedir. Bu mücadele, inkârcı felsefe ve ideolojilere
karşı yürütülmesi gereken fikrî bir mücadeledir ve tüm Müslümanların üzerinde
önemli bir sorumluluktur. Bu fikrî mücadeleyi üstlenip, dünyayı içinde
bulunduğu karanlıktan aydınlığa çıkarmak yerine, kendi iç sorunları ile
boğuşan, içe kapalı bir yapı geliştirmek kuşkusuz büyük bir hata ve tarihî bir
vebal olabilir. Bugün, başta dünyanın pek çok ülkesinde ezilen ve zulüm gören
Müslümanlar olmak üzere, insanlık, içine düştüğü durumdan kurtulabilecek bir
çıkış yolu aramakta, dünyaya barış, huzur, adalet getirecek ve unuttuğu varoluş
amacını hatırlatacak bir yol gösterici beklemektedir. Bu yol göstericilik, İslâm
toplumunun sorumluluğudur ve tüm Müslümanların bu bilinçle hareket etmeleri
gerekmektedir.
Şiddetin, terörün, zulmün, sahtekârlığın,
dolandırıcılığın, yalancılığın, ahlâksızlığın, çatışmaların, yoksulluğun dünya
genelinde yaygın olması, yeryüzünün ‘fitne’ ile dolu olduğunu göstermektedir.
Bu durum karşısında, Müslümanların aralarında sorun haline gelmiş pek çok konu
önemini yitirmektedir. Tüm bu zulüm ve bozulma, Allah Teâlâ’nın varlığını ve
birliğini inkâr eden, ahiret gününe inanmayanların kurmuş oldukları batıl
sistemlerden güç bulmakta ve gelişip yayılmaktadır. Buna karşılık vicdan sahibi
insanların yapması gereken, iyilikte ittifak, ittihad etmektir.
Allah (c.c.)’ın izni ile bu birlik (ittihad), inkârcı
ideolojilerin fikren mağlup olmasının en önemli aşamalarından biri olacaktır.
Rabbimiz, Kur’an’da inkârcıların ittifakına dikkat çekmiş ve iman edenlerin de
birbirleriyle dost olmaları ve birbirlerine yardım etmeleri gerektiğini
bildirmiştir. Bu, yeryüzünde bozgunculuğun ortadan kaldırılması için gereklidir.
Ayette şu şekilde buyrulmaktadır:
“İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu
yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne
ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.”
Bu kadar önemli bir sorumluluk taşıyan Müslümanların
birlik ve ittihad içinde olmaları gerektiği açıktır. Müslümanlar, tüm dünyada birlikte
hareket etmelerini engelleyen iç hastalıklar ve dış faktörler olduğunu
unutmamalı da şu soru üzerinde düşünmelidirler:
‘İslâm düşmanlarına karşı fikri çalışma içinde olmak
yerine, Müslüman bir diğer toplulukla uğraşmak makul müdür?’
Bu sorulara vicdanına başvurarak cevap veren herkes, sonu
gelmeyen çekişmelerden uzak durmanın ve Müslümanlar arasındaki İslâm birliğini
gerçekleştirmenin öncelikli olduğunu görecektir.
Ayrıca Müslümanlar, şeytanın da sürekli birlik ve beraberliği
bozmak, Müslümanların arasına düşmanlık sokmak için faaliyet halinde olduğunu
unutmamalıdırlar.
Rabbimiz, “Kullarıma, sözün en güzel olanını
söylemelerini söyle! Çünkü şeytan
aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır!”
Ayetiyle iman edenleri bu tehlikeye karşı uyarmıştır. Bu ayet, Müslümanların
birbirlerine karşı kullandıkları üsluba çok dikkat etmeleri, incitici,
iğneleyici, alaycı, sert, kınayıcı söylemlerden şiddetle kaçınmaları
gerektiğini gösterir.
Bu durum, bireyler için olduğu kadar Müslüman toplumlar
ve milletler için de geçerlidir. Eğer İslâm dünyası, güçlü, istikrarlı,
müreffeh bir medeniyet olmak, dünyaya her alanda yön vermek ve ışık tutmak
istiyorsa, birlik halinde hareket etmek zorundadır. Bu birliğin yokluğu,
Müslüman ülkeler arasındaki ayrılık ve dağınıklık, İslâm dünyasından ortak bir
ses yükselmemesi, mazlum Müslüman halkları da savunmasız bırakmaktadır.
Filistin’de, Keşmir’de, Doğu Türkistan’da, Moro’da ve daha pek çok yerde
zavallı kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ihtiyaç içinde zulümden kurtarılmayı
beklemektedirler. Bu masum insanların sorumluluğu herkesten önce, İslâm
dünyasının üzerindedir. Müslümanlar, Peygamberimiz (s.a.v.)’in “Müslüman,
Müslüman’a zulmetmez ve onu tehlikede bırakmaz!” hadis-i şerifini hatırlarından
çıkarmamalıdırlar.
İslâm dünyası, ayrılıkları ve farklılıkları bir kenara
bırakıp, tüm Müslümanların “kardeş”
olduğu gerçeğini hatırlamalı ve bu manevî kardeşliğin getirdiği güzel ahlâk ile
tüm dünyaya örnek olmalıdır. İman edenlerin birbirleri ile kardeşliği, Yüce
Allah’ın bir lütfu ve nimetidir. Samimi Müslümanlar bu nimet için Rabbimiz’e
şükretmeli ve Allah’ın “dağılıp-ayrılmayın!”
emrini unutmamalıdırlar:
Bu
kitapta, onbir bölüm halinde İslâm Birliğinin Mahiyeti,Hükmü, Amacı, Hedefleri,
Temel Esasları, Birliği Engelleyen İç hastalıklar, Dış Faktörler, İslâm’da Dâr
Kavramı, Uluslararası Birlikler, İslâm Konferansı Teşkilatı, İslâm Birliği
Teşkilatı ve Bugünkü İslâm Dünyası konuları detaylı olarak incelenmiş ve dünya
Müslümanlarının İslâm Birliği Teşkilatı adıyla kurulacak bir Uluslararası
teşkilat etrafında toplanarak sorunları çözme yoluna girmesi, düşmanları için
caydırıcı bir güç oluşturması açık ve somut bir proje ve teklif olarak ortaya
konulmuştur. Bu birliğin elbetteki engelleri ve zorlukları vardır. Bunların da nasıl
aşılacağı ilgili bölümlerde açıklanmıştır. Artık zaman kaybetmeden bu birliğin
kurulması, organlarını tamamlaması çalışmaları başlamalı ve hızla
sonuçlandırılmalıdır.
Bu
kitap, temel İslâm kaynakları ile önceki yüzyıllar ve günümüz İslâm siyaset, iktisat, ahlâk, hukuk, tefsir, hadis, ilâhiyat
ve tarihçilerinin en çok bilinen ve okunan eserleri, dergiler, gazete makaleleri,
internet web siteleri incelenerek hazırlanmıştır. Kitabın, İslam ülkelerinin
her seviyedeki yöneticilerine, hukukçularına, dışişleri mensuplarına
siyasetçilerine, bütün ilköğretim, lise ve dengi okullarımızdaki Din Kültürü ve
Ahlâk Bilgisi ve İmam-Hatip Liseleri Meslek dersi öğretmenlerine, Din
görevlilerine, Üniversite ve Yüksek okullarımızdaki öğretim elemanlarına ve
öğrencilerimize, askerlerimize, emniyet mensuplarımıza, esnaf ve
tüccarlarımıza, esnaf ve ticaret kuruluşlarına, her görev ve konumdaki
hukukçularımıza, kurumlardaki insan kaynakları sorumlularına, toplumbilimci ve
psikologlarımıza ve kısaca ‘İslâm Birliği’ konusunda araştırma ve okumayı seven
herkes için bir başvuru kaynağı; cami ve mescidlerimizde, evlerimiz ve iş
yerlerimizde yapılacak dinî ve ahlâkî sohbetlerde herkes tarafından
okunabilecek bir ‘Başucu kitabı’ olacağı ümidini taşıyoruz.
Kitapta
ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin anlamları, daha belirgin olması için kalın
karakterde yazı (bold) ile ve çift tırnak içinde yazılmıştır. Ayet-i
kerimelerin Kur’an-ı Kerim’deki yeri, sûre adı, sûre numarası ve ayet numarası
ile hadis-i şeriflerin kaynakları her sayfada dipnotlar halinde verilmiştir.
Aynı şekilde kaynaklardan yapılan alıntılar da eserin adı ve müellifinin adıyla
sayfa altı dipnotları şeklinde verilmiştir. Alıntılarda eski metinlerin aslına
bağlı kalınarak kısmen sadeleştirmeler yapılmıştır.
Okuyucularımızın
kolaylığı için Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin yazımında transkripsiyona (özel
işaretli harf kullanımı) başvurulmamıştır. Ancak dilimize yerleşmiş ve
kullanılmakta olan terimler aynen alınmıştır. Uzatma ve inceltme harflerinin
bulunduğu kelimelerde, uzatma, inceltme ve nisbet işareti olarak (^)
kullanıldı. Kelime ve cümle tekniğinde ise, günümüzde herkesin rahatlıkla
anlayabileceği yaşayan Türkçemiz esas alınmıştır. Ancak aslının aynen alınması
uygun görülen kelime, deyim, cümle ve paragraflarda sadeleştirmeye gidilmemiştir.
Çağlar
üstü bir özellik taşıyan ve aynı zamanda tüm insanlık için kıyamete kadar ölümsüz
ve evrensel bir hukuk ve ahlâk bildirgesi olan Peygamberimiz (s.a.v.)’in ‘Veda
Hutbesi’, kitabın sonuna konmuştur. ‘Veda Hutbesi’, her zaman üzerinde
düşünülecek, konuşulacak, okunacak, asla eskimeyen ve insana hayat veren bir
metindir. Bir hitabet metni olarak da yüksek sesle okunarak insanlara
dinletilmeli ve gençlerimize ezberletilmelidir. Evlerimiz ve iş yerlerimizde tezhibli
ve güzel çerçeveler içerisinde her an okunabilecek yerlerde duvarlarımıza
asılmalıdır.
Kaynaklara
ulaşılması, tercüme ve sadeleştirmelerin yapılması, kitabın yazımı, dizgisi,
sayfa düzeni, basımı ve dağıtımında özveri, emek ve göz nuru olan bütün
kardeşlerime teşekkür ediyor, kendilerine her iki dünya saadeti diliyor, bu
eseri, kitaplarından ve derslerinden yararlandığım bütün İslâm âlimlerine,
benim yetişmemde emeği olan bütün hocalarıma ve aile büyüklerime ithaf ile bu
çalışmayı rızasına uygun kılmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
Çalışmak
ve gayret bizden, tevfik ise Allah (c.c.)’tandır.
Mustafa
BİLGEN
İstanbul-2012